Türkiye siyaseti bir akvaryum olsaydı faşizm onun suyu, tarihteki birkaç istisna dışında partiler de balıkları olurdu. O istisnalar da ya ANAP ve AKP gibi suya alışıyorlar, ya da ÖDP ve HDP gibi değişmemekte direnip en sonunda nefessiz kalıyorlar. Devlet ılımlı olanı sevmiyor. Çünkü bu çoğulcu, sivil ve dolayısıyla bağımsız olmak demek. Görüşünüz ne olursa olsun, eğer o fikrin bağnaz ve kavgacı versiyonunu benimsiyorsanız o zaman da pek makbulsünüz. Devlet, Osmanlı'daki tımarlı arazi gibi o mahalleyi sadakatiniz karşısında sizin idarenize veriyor.
Gerçek demokrasilerde bir tür "Nasıl, kim tarafından yönetilmek istersiniz?" sorusu olan seçimler, Türkiye'de "Faşizminizi nasıl alırdınız?" sorusu aslında. Örtülü bir tek parti düzeni. Ama hakkını yemeyelim, yine de bir nebze seçme hakkınız var çünkü Türkiye emsalsiz zenginlikte bir faşizm florası. Sakallısı, türlü türlü bıyıklısı, papyonlusu, öjelisi, başörtülüsü, poşulusu...hepsi mevcut!
Gerçek demokrasilerde bir tür "Nasıl, kim tarafından yönetilmek istersiniz?" sorusu olan seçimler, Türkiye'de "Faşizminizi nasıl alırdınız?" sorusu aslında. Örtülü bir tek parti düzeni. Ama hakkını yemeyelim, yine de bir nebze seçme hakkınız var çünkü Türkiye emsalsiz zenginlikte bir faşizm florası. Sakallısı, türlü türlü bıyıklısı, papyonlusu, öjelisi, başörtülüsü, poşulusu...hepsi mevcut!
Görüntüyü biraz daha yaklaştırarak şu son on yıla bakalım. Türkiye'nin seküler mahallesi bir grup liberal aydının son derece demokrat çıkışlarına sahne oluyordu. Az sayıdaki bu cesur aydın, dışlanmak pahasına muhafazakar seslerin ulaşamadığı kesimlerde ezberleri bozan şeyler söylediler ve statükoyu sarstılar. Maalesef bu akım Taraf Gazetesi'ne yapılan "operasyonlarla" sulandırıldı, çevrelendi, bölündü ve meydan yine Kemalistlere kaldı. Onlar da şimdi her "milli" meselede hükümetin yanında yerlerini alıyorlar. Muhalefet çabaları ise romantik Bandırma Vapuru paylaşımları ile sınırlı. Bir gün Samsun'a çıkıp mücadele edeceklerine dair bir emare de yok.
Milliyetçi cenahta da ülkenin fabrika ayarları galip geldi. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun milliyetçi kesim içinde rakipleri tarafından bile inkar edilemeyen bir saygınlığı ve kredisi vardı. 28 Şubat'ta "Namlusu millete dönen tanka selam durmam!" diyerek sivil siyaseti canı pahasına savunan, kendisi gibi kavruk yüzlü bir Anadolu çocuğu olan Hrant Dink'in katledilmesinin ardından şiir yazan, devletçi ezberleri sorgulayan, hatalarıyla yüzleşen ve herşeyden önemlisi 12 Eylül sonrası dönemde devşirilmeyi reddeden Yazıcıoğlu tartışmalı bir kazaya kurban gitti. Ölümünün ardından -anlaşılan çok önceleri itinayla "sürülmüş" olan- partisi hızla devletçi mahsulünü verdi. Milliyetçi siyasetin tekeli de zaten ülkenin kuruluşundan beri sancılı olan Türklük kavramını iyice budayıp "Kürt olmamak, Kürtlere karşı olmak" sığlığına indiren Bahçeli'ye kaldı. Bir zamanlar milliyetçilerin dış Türkler diye bir gündemi vardı, şimdi iç Kürtlerle uğraşıyorlar. Uygurların durumunu ise HDP'liler gündem yapıyor. Eğlenceli memleket gerçekten.
Dindar kesim ise aynı devletçi dönüşümde tarihi bir yıkım yaşadı. Muhafazakarlar Hz. Musa'nın yolunu terk edip altın buzağının parlak ve heybetli görüntüsüne aldanan bir kısım İsrailoğulları gibi ilk dönemeçte devlete secde ettiler. Daha yakın zamanlara kadar "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!" nasihatini dillerinden düşürmeyenler birden bire ağızlarının suyu aka aka kardeş katlinden bahseder oldular. Önceleri kendi mutevazı bütçeleriyle bağımsız ve sivil olarak faaliyet yürüten tarikat ve cemaatler de devlet fonlarına boğularak birer sarıklı JİTEM karakolu haline getirildi. Bir zamanlar en koyu Erbakancı Konyalı hacı amcaların bile prim vermediği selefilik, Türk-İslamcı devletin yedeğinde kullanışlı bir toplumsal ana akım haline geldi. Tüm bu yozlaşmaya itiraz eden Hizmet Hareketi ise Yusuf Peygamber gibi "kardeşleri" tarafından kuyuya atıldı.
Kürt hareketi de bu devletleştirme politikasında ağır hasar aldı. Mitinglerinde Türk bayrağı taşıyacak kadar Türkiyelileşen HDP, hem devletin hem de Kürt hareketinin militaristlerini rahatsız etti. Kendi aralarında köklü bir dayanışma geleneği olan bu iki "düşman", elele verip HDP'nin şeytanlaştırılmasını ve böylece gerçek anlamda muhalefet yapan tek partinin siyasi komaya sokulmasını sağladılar.
Sonuçta zaten birbirinden kopuk toplumsal kompartmanlardan ibaret bir ülke olan Türkiye'nin siyaseti; yine kendi içinde tartışmaya kapalı, tekelci ve ötekine tahammülsüz politik kabilelerin ritüel alanı haline geldi. Tekrar gördük ki, sorun AKP'nin "Çıkardım" deyip tekrar giydiği İslamcılık gömleği değil, devletin modaya göre sürekli yenileyip topluma giydirdiği deli gömleği...
Comments
Post a Comment